Hep aşk diye anarlar İstanbul’u. Asla bırakamadığın o kadın
gibi, şehvetli, naif, gururlu, güzel ve alımlı.
Öyle ya, her defasında gitmek isteyip de gidemediğin, her
kaçtığında yine dönüp, dolaştığın yer değil mi İstanbul? Benim öyle..
Kapılarıyla, adalarıyla, kuleleriyle, ara sokaklarıyla,
eskicileriyle, kaldırımlarıyla İstanbul hep başka. Bir vapur düdüğünde içtiğin
sıcacık bir çayla başlarsan güne, martılar eşlik ederse hele o gün nasıl güzel
geçmez?
İstanbul demek olanca kargaşanın içinde huzuru bulmak demek
değil mi biraz da? Mesela Galata’nın kalabalık sokaklarında, hep bir yere
yetişme telaşında olan insanlar geçerken yanından, kuleye çıkarsın da tüm o
uğultular aşağıda kalır, sen gökyüzü ile başbaşa.. Hezarfen’in ruhuna dokunan o
ılık rüzgar, senin de döndürmez mi başını?
İstiklal Caddesi’nin o kalabalık coşkusunu, kar kışta bile
kaybetmediği curcunasını, yazın en kurak
gününde bile heyecanını koruduğunu unutmadan Pera’ya dönerim de o güzel Pera
Müzesi’nde kurebiyelerimi yer, çayımı içip, öyle gezerim ben müzeyi. Şapkacı
Katia’nın vitrinine bakmazsam, eskiden şapkasız, eldivensiz çıkılmayan Beyoğlu’yu
gözümde canlandırıp, hayallere dalmazsam olmaz. Hemen önündeki küçük
taburelerden birine oturur, açık bir çay söylerim ocaktan. Ben çayımı içerken
Katia’nın model şapkaları eski İstanbul’u anlatır bana.
Benim İstanbul’umun en güzel yerlerinden biridir Arkeoloji
Müzeleri. Tarihine şaşırmak, olağanüstü güzellikteki heykellerin kusursuzluğuna
hayret etmek, bir tek dili olmayan duvarların Osman Hamdi Bey’den selam çaktığı
müzeden çıkıp, Sultanahmet’e doğru sallanırsam, hele bir de köftemi yiyip,
Kybele’de kahvemi yudumladıysam Beyazıt’tan gizli bir hazine olan Kapalı Çarşı’ya
girerim. O ışıl ışıl vitrinler, labirent gibi sokaklar, kürkçüler, antikacılar,
kuyumcular ve en önemlisi Zincirli Han’ıyla bambaşka bir İstanbul masalıdır
çarşı benim için. Oryantal müzikle rakseden bir dansçı ve piposunu tüttüren bir
beyefendinin aynı masada dertleşmesidir çarşı benim için. İçini ne sıkarsa
sıksın, Zincirli Han’ın efil efil esen banklarında çayını yudumladığında her
şeyi unuttuğundur çarşı benim için. Nişan bohçası alışverişindir, İstanbul
Hatırası hediyeliklerindir, sekizinden yirmidördüne kadar ayarlı altınların olduğu
vitrinlerine baktığındır, devasa giriş kapılarını her zaman karıştırdığındır.
İstanbul’un en güzel kokusudur, Mısır Çarşısı’nın kapısından
çıkar çıkmaz karşına gelen, önünde her daim kuyruk olan Kurukahveci Mehmet
Efendi’nin kahvesinin kokusu. Bu koku bana nedense hep Baylan Pastanesi’ni
hatırlatır. Bu nostaljik pastanede bir kase muhallebi yemek için atlarım vapura
geçerim Kadıköy’e. Yine martılar benimle, bak onlar her ne kadar yaramaz da
olsa en sadık yolculuk arkadaşıdır insana. Beyaz kanatlarıyla özgürlüğü
anlatırlar sana. Vapur iskeleye yanaşırken, Baylan Pastanesi’nin vitrinini
getiririm gözümün önüne. Uğruna sanatçıların ‘Akım’ oluşturduğu bu pasta müzesinde
oturur, yorgunluğumu atarım hafif bir tatlıyla.
Çoğu Türk Filminin ilk sahnesine takılır aklım birden.
İstanbul'a gözdağı verilen basamaklarından binlerce insanın basıp geçtiği
Haydarpaşa.. "Sen mi büyüksün, ben mi?" nidalarının yankılandığı, bir
Türk filmi sarılığında duvarlarının tren düdüğüne eşlik ettiği, şimdi yalnız
bir masal, bir hikaye, bir zamanların da dönüş yolu Haydarpaşa..
İstanbul’un nazlı kızı Kız Kulesiyse, yaramaz erkek
çocuklarıdır Adalar.. Kız Kulesi’ne yaklaşırken hep aynı hüznü yaşarım. Yitip
giden o aşkı, ‘Üsküdar’a Giderken’ alan o yağmurla anarım her defasında. Kız
Kulesi’ne en çok yağmur yakışıyor bu yüzden. O hüznü bir tek çiseleyen yağmur
dağıtabilir..
Ya adalar? Sahillerinde sevgililerin özlendiği, yollarına
atların eşlik ettiği, en tepeye pedalların çevrildiği adalar? Peki ya o
adaların kapıları? İstanbul’un en güzel kapılarıdır onlar. Hiç düşündün mü o
kapıların ardını? Ben hep merakla çekerim her bir kapı fotoğrafını. İçindeki
ailelerin hayatları, annelerin akşam yemeği telaşı, çocukların oyun
koşturmacası, işten gelen babalar için açılan kapılar. En güzel hikayelerdir
kapılar, bir İstanbul kitabının.
Çengelköy’ün esnafının sohbetine dahil oldun mu hiç? İstanbul’un
en eski semtlerinden üçünde aynı hazzı yaşarım ben hep; Çengelköy, Samatya,
Yedikule. Çengelköy’de Çınaraltı’nda serin havayı sıcacık bir sahleple
ısıtabilir, Samatya meydanında balık kokularını içine çekerken ezan sesinin çan
sesine karıştığı daracık sokaklarında uzun uzun yürürsen eski İstanbul’u bi’nebze
anlayabilirsin. Zindan kelimesinin anlamını öğrenirken Yedikule’de, karşılıklı
pencerelere gerilmiş çamaşırlar gölgen olur yakıcı sıcakta. Balat gibi biraz da
Yedikule’nin çocukları. En çok onlar heves eder objektife, en güzel onlar bakar
gözlerinin ta içine.
Vefa, İstanbul’da bir semt adı artık diyorlar ya, en güzel
dostlarla içilir, içine ‘çift’ sayılı attığım leblebili boza. Ah arabalar rahat
bıraksa da huzurla yürüsek Vefa’da, dinlensek bir kaldırım kenarında. Omuz
omuza olsak dostlarla, ‘nerede o eski bayramlar’ sohbetinde.
İşte böyle benim İstanbul’um.. Pierre Loti’de acı
kahvesiyle, Ortaköy’de karışık kumpiriyle, Yerebatan Sarnıcı’nda olağanüstü
huzuruyla, Çiçek Pasajı’nda keman eşliğinde bir kadeh rakısıyla, Eminönü’de
balık ekmeğiyle, Mısır Çarşısı’nın kesif baharat kokusuyla, boğucu ama
vazgeçilmeyen AVM’leriyle, her defasında sövülen trafiğiyle, uzak şehirlerin
hayallerini yine de gölgede bırakan tutkusuyla, kırk yıllık hatrına münhasır Şark
Kahvesi’yle, sokak kedileriyle, sadık köpekleriyle vazgeçemeyeceğim bir şehir..
*Deluxe Dergi'nin ilk sayısında yayımlanan "Bilun Şen'in İstanbul Günlüğü" yazımdan..
Yüreğine sağlık Biluncum.Yazını okurken kendimi İstanbul sokaklarında buldum.
YanıtlaSilKucak dolusu sevgiler
Ne güzel anlatmışsınız İstanbul'u
YanıtlaSil* SEMA TATAR,
YanıtlaSilSema ablacım çok teşekkür ederim :)
** GEHEİMNİS,
Çok teşekkürler :)